Nisa 105. Âyetin Anlattığı Karakter
Medine’de bir hırsızlık olmuş, suç masum bir Yahudi’ye
atılmış. Zahirî delillere göre Efendimiz, Yahudi’ye ceza verme durumuyla karşı karşıya kalmıştı...
Allah, Peygamberini uyurarak bir Yahudi’ye haksız yere ceza verilmesini engellemiştir.
Bir münafık prototipi: Tu’me b. Ubeyrık
Tu’me, Ubeyrık oğulları biye bilinen bir kabilenin dili
uzun, kafası fenalığa çalışan tavır ve davranışlarında
şımarık bir üyesi idi. Çevresinde Müslüman olarak tanınıyordu. Hatta,
yakın çevresi onun iyi bir Müslüman olduğu konusunda başkalarını ikna
edebilecek kabiliyete sahipti. Kendisi de Müslüman görünmesine rağmen, Tu’me Müslümanlara
asılsız, iğneleyici söz ve şiirlerle saldırıyor ve başına bela gelmesin diye
kendi uydurduğu şiirleri dönemin bilinen şairlerine atıfla seslendiriyordu.
Artık o kadar tanınır hale gelmişti ki, sahabîler,
Tu’me’nin ortaya attığı bu tür şiirler karşısında, “Boşuna başkasına
nispet etmesin, böyle boş ve anlamsız şiirleri ancak bu habis söyler!”
demekten kendilerini alamıyorlardı.
Nifakta ortak hareket edip çok ileri giden bu aile
ciddi seviyede fakir idi. Bu fakirlik, ta Müslüman olmadan önceki günlere
dayanıyordu. O dönemde bu tür fakirlerin yiyecekleri herkesin rahatça
bulacakları arpa ve hurma idi. Zaman zaman Medine’ye Şam’dan beyaz un getiren
kervanlar gelir ve zenginler beyaz un alır, ekmek yaptırarak yerlerdi.
Bundan sonrasını Katâde b. Nu’man’dan (r.a.)
dinleyelim:
Yine bir gün Şam’dan bir kervan gelmiş, beyaz un
getirmişti. Amcam Rifâa b. Zeyd bir çuval beyaz un satın almış ve içinde iki
zırhı, iki kılıcı ve diğer eşyalarının da bulunduğu bir odaya koymuştu. Fakat o
gece bir şeyler olmuş; odanın duvarında bir delik açılarak içeri girilmiş, silâhlar
ve un çalınmış...
Sabahleyin amcam Rifâa beni çağırdı, gittim ve bana
şunları söyledi:
“Ey kardeşimin oğlu, biliyor musun bu gece evimize
hırsız girmiş, kilerimizin duvarını delmiş, silâh ve yiyeceğimizi alıp
götürmüş. Kendi çapımızda bir araştırma yaptık; çevreden duyduğumuza göre gece Ubeyrık
oğullarının evinde ışıklar hep yanıyormuş ve bize ait bazı malzeme ve yiyecekleri
de onlarda görenler olmuş. Bastırıp sorgulayınca Ubeyrık oğulları suçu, Medine’de
herkesin doğruluğu ve güzel ahlâkı ile tanıdığı Lebîd ibn Şehr’in üzerine
atmışlar.”
Lebîd, kendisine atılan iftirayı duyunca kılıcını çektiği
gibi Ubeyrık oğulları mahallesine vardı ve:
“Ben mi hırsızlık yapmışım? Allah’a yemin ederim ki
ya bu hırsızlığı kimin yaptığını ortaya çıkarır, söylersiniz, ya da hepinizi şu
kılıcımla doğrarım.” diye meydan okudu. Durum hiç de kolay değildi. Ortamı
biraz yumuşatmak gerekiyordu. Tu’me ve çevresi,
“Bize bulaşma, bizden uzak dur. Seni tanıyoruz; sen
bunu yapacak bir insan değilsin. Bir yanlış anlaşılma oldu herhalde!” diye
onu sakinleştirdiler.
İşler iyice karışınca, amcam bana;
“Ey kardeşimin oğlu, Allah’ın Resûlü’ne (aleyhisselam)
gitsen de, durumu bir de ona anlatsan. Bizim bu sıkıntımıza bir çözüm
bulsa…!” dedi.
Allah Resûlü’ne (as) geldim, durumu detaylıca anlattım
ve:
“Ey Allah’ın elçisi, komşumuz yaramaz bir aile var,
gece duvarını delerek amcam Rifâa’nın evine girmişler. Kilerinden silahını,
değerli eşyalarını ve yiyeceklerini çalmışlar. Çok şükür, aldıkları yiyeceğe
ihtiyacımız yok ama hiç olmazsa amcamın silâhlarını ve şahsi eşyalarını iade
etseler.” dedim. Peygamber Efendimiz (as):
“Bu konuyu takip edip araştıracağım.” buyurdu.
Ubeyrık oğulları benim Hz. Peygamber’e (aleyhisselam) gittiğimi
ve durumu anlattığımı haber alınca kendi aralarında oturup konuşmuşlar. Sonunda
ailenin ileri gelenleri Resûl-i Ekrem’e gelmiş ve yeminler ederek benim
aleyhimde, yalan söylediğime dair şahitlik yaparak;
“Ey Allah’ın elçisi, Katâde b. Nu’mân ve amcası
bizden Müslüman ve doğruluk sahibi bir aileye, ellerinde bir delil ve ispat
olmaksızın hırsızlık iftirasında bulunuyor.” demişler. Bunu duyunca tekrar Resûl-i
Ekrem’e geldim. Bana karşı ciddi tavır aldı,
“Müslümanlığı ve doğruluğu yeminle teyit edilen bir
aileye delilsiz, ispatsız hırsızlık ithamında bulundun.” buyurdu.
Kalbimden vurulmuşa dönmüştüm. Sanki dünya başıma yıkılmıştı.
Hatta kendi kendime; “keşke malımın önemli bir kısmı amcama verip zararını ben
karşılasaydım, malım gitseydi de bu meseleyi Resûlullah’la hiç konuşmamış olsaydım.”
diye temenni etmeye başlamıştım. Zira yalancı pozisyonuna düşürülmüştüm. Amcam Rifâa’ya
vardım,
“Ne yaptın ey kardeşim oğlu?” diye sordu. Büyük
bir üzüntü ile Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi vesellem) bana söylediklerini
naklettim. O da çaresiz bir şekilde;
“Allah’tan başka yardım istenecek kimsemiz kalmadı.
Bize sadece Allah yardım edebilir.” dedi.
Katâde b. Nu’man olayı anlatmaya devam eder: Biz olayı
iyice sorduk-soruşturduk, farklı şahit ve delillere de baktık. Neticede bu işi Ubeyrık
oğullarının yaptığından hiç şüphemiz kalmamıştı. Ama onlar da boş durmamış,
Tu’me un çuvalının içindeki zırhı, çuvalıyla beraber Yahudilerden Zeyd b. Semîn
adında bir adama “emanet” olarak bırakmıştı. Dolayısıyla çalınan zırh Tu’me’nin
evinde aranmış ama bulunamamıştı. Tu’me bununla da yetinmemiş ve;
“Vallahi ben almadım ve onun hakkında bildiğim bir
şey de yok.” diye yemin etmişti. Şahitler;
“Hayır, zırhı o çalmış olmalı. Gece karanlıkta bu
taraflara geldiğini görmüştük. Zaten un izleri de onun evine ulaşıyor.” dediler.
Bu karmaşık durum aralarında adaletle hükmetmesi için Peygamber Efendimiz’e
getirildi.
Tu’me hırsızlık suçlamasını reddedince Allah Resûlü (aleyhissalâtu
vesselam), ona yemin teklif etti. O da zırhı kendisinin çalmadığına dair bir de
Resûl-i Ekrem’in yanında yemin etti. Hatta yalancı yemininde ona sahip çıkan
akraba ve arkadaşları da vardı, onlar da aynı şeyi söylüyordu. Tu’me konusunda
bütün şahitler(!) suçsuz olduğu konusunda söz birliği etmişti.
Tu’me cezadan kurtulmuştu, ama zırh hala ortada yoktu.
Dikkatle izleri takip edenler un izlerinin bir Yahudi’nin, Zeyd b. Semîn’in evine
ulaştığını gördüler.
Yahudi’yi tutup aralarında hüküm vermesi için Resûl-i
Ekrem’e getirdiler. Yahudi kendini savundu:
“Ben zırh falan çalmadım. Bu zırhı bana Tu’me b. Ubeyrık
emanet olarak getirmişti.”
Olaya şahit olan başka Yahudiler de vardı. Onlar da
Zeyd b. Semîn lehinde şahitlik yaptılar.
Ortada bir suç ve iki şüpheli
vardı.
Bir: Bütün zahiri
delillerin kendisini suçlu gösterdiği Yahudi Zeyd b. Semin…
İki: Bazı suç
alametleri olsa bile, yeminle suçlu olmadığını iddia eden Müslüman(!) Tu’me ve
onun hakkında yeminlerle destekli iyi şehadette bulunan akraba ve arkadaşları…
Bu durumda Tu’me’nin arkadaşları ve ayrıca kabilesi Zafer
oğulları “Gelin, Allah Resûlü’ne gidelim.” dediler ve Efendimiz’e gelip Tu’me’nin
durumunu konuştular. Onlara göre Tu’me’nin suçlu olması mümkün değildi. Bir
kere Tu’me “müslüman”dı. Bu kadar da şahidi vardı. Karşıdaki ise Müslümanların
düşmanı(!) bir Yahudi idi. En kolayı “dini kullanmak”, “dinî duyguları istismar
ederek” kendi arkadaşlarını temize çıkarmaktı. Bu yüzden Zeyd b. Semîn’in
Yahudiliğine vurgu yaptılar ve şöyle dediler:
Eğer bu hırsızlığı Yahudi’nin yaptığını ilân ederek
onu cezalandırmazsan, bir Yahudi’ye karşı iyi bir müslüman olan arkadaşımız ceza
alacak, rezil rüsvay olacak. Yahudi de suçsuz, temiz çıkacak.” dediler.
Deliller, şahitler ve bu kadar kişinin yemine bakınca
her şey Yahudi’yi gösteriyordu. Allah Resûlü (aleyhissalâtu vesselam) henüz
kararını vermemişti, ama zahire göre Müslüman haklı, Yahudi haksız görünüyordu.
Yanlış bir hüküm verme ihtimali çok yüksekti.
Olay üzerinden çok fazla zaman geçmeden Nisa sûresinin
105. ve devamındaki ayetler indirildi.
Kendisine hiçbir şey gizli kalmayan Allah’ın indirdiği
âyette şöyle deniyordu:
إِنَّا أَنْزَلْنَا إِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ لِتَحْكُمَ
بَيْنَ النَّاسِ بِمَا أَرَاكَ اللهُ وَلاَ تَكُنْ لِلْخَائِنِينَ خَصِيمًا
İnsanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği şekilde hükmetmen için,
Biz sana kitabı gerçeği açıklayan, hakkın tâ kendisi olarak indirdik. Sakın
hainlerin avukatı olma! (Nisa sûresi, 105)
Allah Kur’ân’da haksız bir Müslümana karşı suçsuz bir
Yahudinin hakkına sahip çıkıyor, onu destekliyor; Müslümanın zahiri deliline,
daha doğrusu kolektif yalanlara kanmaması gerektiğini, Resûlü’ne ikaz ediyordu.
Evet, bir Müslümana haksızlık yapılamayacağı gibi, ister Yahudi, ister
Hıristiyan olsun herhangi bir insana zulüm ve haksızlık yapılamaz. Zira, zulüm
ve haksızlık zatında yanlış, hiçbir şekilde normal görülmesi mümkün olmayan bir
davranıştır.
Netice
Kur’ân’dan bu âyetler nazil olunca saklanacak bir şey
kalmamış ve çalınan silâh ve eşyalar Allah Resûlü’ne (aleyhisselam) getirilmişti.
Neticede Allah, kendisine sığınana yardım etmiş, Rifâa’nın çalınan eşyaları
kendisine iade edilmişti.
Tu’me’ye gelince, yaptıkları ayan beyan bilinip nifak
kimliği ortaya çıkınca Medine’den kaçıp Mekke’deki müşriklerin arasına karıştı.
Mekke’de Sülâfe adlı bir kadının evine misafir oldu. Hassan b. Sâbit çok acı
bir şiirle bu durumu hicvedince Sülâfe, Tu’me’nin eşyalarını çıkarıp çöle
atarak onu yanından kovmuş ve şöyle demişti:
“Bana hiçbir hayrın olmadığı gibi üstüne üstlük bir
de dili çok keskin Hassan’ın beni hicveden şiirini bana hediye(!) bıraktın...”
Tu’me alıştığı hayattan vazgeçemedi; Mekke’de
hırsızlık yaptı. Oradan da kovuldu. Yolda bir grup Huzâalıya rastlamıştı.
Beraber yolculuk yaptığı bu insanlar Tu’me’nin kendi mallarından da çaldığını
farkedince peşine düşmüşler; arkasından taş atarak onu öldürmüşler; su testisi
su yolunda kırılmıştır. (Devamı: Tu’me olayı özelinde gelen genel hüküm ve
prensipler)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder